English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

++Sitene Ekle
   
 
  Tarihi Yerler

 Tenochtitlan

 

 

 

Antik Aztek İmparatorluğu’nun başkentidir. Texcoco Gölü’nde bulunan bir ada üzerine inşa edilmiştir. 1520lerde Hernan Kortez yönetimindeki İspanyol “Conquistador” lar (fatih) tarafından çok büyük oranda tahrip edilen şehrin üzerine, o zaman kurulan Yeni İspanya’nın başkenti olarak Mexico şehri kuruldu. Şehri çevreleyen Texcoco Gölü’de belli bir süre sonra büyük bir oranda kurutuldu.



Bölgeden birçok kabile geçmesine rağmen Azteklere kadar hiçbiri kalıcı olarak yerleşmemiştir. Aztek efsanelerine göre, kuzeyin çöllerinden göç eden kabile, rahiplerin kehanet ettiği , bir kartalın kaktüs üzerinde bir yılan yediğini gördükleri ideal yerleşim yerine yeni şehirlerini kuracaktı. Kabile , kartalı küçük bataklık bir adanın üzerinde görmüş olmalı. Bu efsane , şu anda Meksika’nın sembolü olarak bayrağında ölümsüzleştirilmiştir. Tarihçilere göre, bu pek uygun olmayan yere yerleşmelerinin sebebi, diğer yerlerin daha güçlü kabileler tarafında ele geçirilmiş olması. Yine de bu durum Aztekleri yıldırmadı; chinampa denilen ve göle dikilen kazıklar üzerine konulmuş kamıştan yapılan dikdörtgen platformların üzerine toprak konularak yapılan bir tarım şeklini bularak ekilebilir alan miktarını arttırdılar. Tarihçilerin tahminlerine göre şehir 14.yüzyılda kurulmuştur. En çok öne sürülen tarih 1325 yılıdır.



İspanyol Fatih (Conquistador) Hernan Kortez Tenochtitlan’a 8 Kasım 1519’da gelmiştir. O zamanlar dünya üzerindeki en büyük şehirlerden biri olduğuna inanılmaktadır; Avrupa’da sadece Paris, Venedik ve İstanbul daha büyüktü. Yaklaşık olarak 60 ila 130 bin kişi arasında insanın yaşadığı tahmin edilmektedir.



Şehir campan adı verilen dört bölgeye ve her campan 'da calpulli adı verilen 20 mahalleye ayrılmıştı. Her calpulli 'den tlaxilcalli adı verilen caddeler geçmekteydi. Şehri baştan sona geçen ve anakaraya uzanan üç ana cadde vardı. Bernal Díaz del Castillo tarafından yazıldığına göre her biri on at genişliğindeydi.

 

 
 

 

 

 

 

Kurtuba Camii

 

 

 

Kurtuba Camii İspanya’da Müslüman Endülüs Emevi Devleti zamanında yapılan muhteşem cami. Müslümanlar, Tarık bin Ziyad kumandasında 711 yılındaİspanya’ya geçip, buraları zaptettiler. Kurtuba (Cordoba) şehrini kendilerine başşehir yaptılar. Yarı vahşi bir görünüşü olan bu şehri, tam bir medeniyet merkezi haline getirdiler. Büyük bir saray, hastaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında bir de büyük cami’a (üniversite) kurdular. Avrupa’da ilk kurulan üniversite budur. O zamanlara kadar Avrupalılar çok geride kalmışlardı. Müslümanlar onlara ilim, tıp öğrettiler ve hocalık yaptılar.



Endülüs İslam Devletini kuran Birinci Abdurrahman, Kurtuba’da çok büyük bir cami yaptırmak istedi. Bu caminin Bağdat’ta bulunan camilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişamlı olmasını istiyordu. Kurtuba’da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir Hıristiyanın idi. Bu adam arsası için çok para istedi. adil bir hükümdar olan Birinci Abdurrahman, isterse orayı zorla alabilirdi. Katiyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, Hıristiyan sahibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar bu para ile kendilerine üç küçük kilise yaptılar. Caminin yapılmasına 785 senesinde başlandı. Abdurrahman, günde birkaç saat yapı alanına gidiyor, bizzat kendisi bir amele gibi çalışıyordu. Yapı malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan’ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımları için doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak’tan ve Suriye’den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fil-dişi bu araziye yığıldı. Her şey çok güzel ve her şey çok boldu. Cami ihtişamlı bir bina halinde yavaş yavaş yükselmeye başladı. Birinci Abdurrahman’ın ömrü, camiin bittiğini görmeye yetmedi. 787 senesinde öldü. Ondan sonra hükümdar olan oğlu Hişam ve torunu Elhakem caminin tamamlanmasına gayret ettiler. Cami on senede tamamlandı. Fakat, bundan sonra, her sene bir parça ilave edilerek en son şeklini 990 yılında yani ancak 205 sene sonra aldı. İkinci Elhakem 976’da camiye altından bir minber yaptırdı. İşte, böylelikle bu cami pek muazzam pek haşmetli ve son derece de güzel bir eser olarak ortaya çıktı. Cami 120x120 m boyutunda, bir kare şeklinde idi. Karenin iki (kolu) biraz ileriye doğru uzanıyor. Bu kolların uzunluğu 135 metreyi buluyordu. Bu uzanan iki kol, binanın esas gövdesinden çıkan kısımları arasında, bir açık avlu meydana getirmişti. Caminin içinde her biri 10 m yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütun tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça meydana getirilmişti. Camiye girince, insanın gözü bir sütun ormanında kayboluyordu.



Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayran kalıyordu. Camiye giren herkes adeta büyüleniyordu. Bu kadar güzellik o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.

Caminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde özel portakallıklar kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Caminin etrafında bahçeler, havuzlar, fiskiyeler, çeşmeler vardı. Müslümanların abdest alabilmesi için pekçok şadırvan yapılmıştı. Zemini en kıymetli mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişti. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan tahtaları, ayrı bir güzellik, ayrı bir heybet veriyordu. Duvar ve tavanlarda oymalar, işlemeler ve çok güzel yazılar vardı. İnsan camiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmeyecek gibi görünüyordu. Geceleyin binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, camiyi aydınlatıyordu. 1632 senesinde Mısır’da vefat eden Ünlü tarihçi Ahmed El-Makkari, Nehf-ut-Tib min-Gasni Endülüs-ir-Ratib adlı kitabında, camiden bahsederken, onu aydınlatan lamba ve kandillerin 7425 adet olduğunu, bunların senenin normal günlerinde yarısının geceleyin, Ramazan ve bayramlarda ise, hepsinin yandığını, lamba ve kandillerin yanması için, senede 24.000 okka zeytinyağı sarf edildiğini, ayrıca camiye güzel koku vermek için, her sene 120 okka amber ve ödağacı yakıldığını yazmaktadır.

Minarelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar mücevherler, inciler, zümrütlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Hıristiyanlar, 1492’de Endülüs Devletini mahv edip Kurtuba’ya girince, ilk iş olarak, bu camiye saldırdılar. Camiye sığınan Müslümanları merhametsizce boğazladılar. O kadar ki, caminin kapılarından kan akmaya başladı. Ondan sonra, altın minberi parçalayarak aralarında taksim ettiler. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaştılar. Minberde saklanan ve hazret-i Osman’ın yazdığı Kur’an-ı kerim’in bir eşi olan inci ve zümrütle işlenmiş nefis Mushafı ayaklarının altına alarak çiğnediler. Böylece, bu iki eşsiz eser (mushaf ve minber) tahrib ve imha edildi. Vahşi İspanyollar, bütün Müslüman ve Yahudileri kılıç tehdidi ile zorla Hıristiyan yaptılar. Dinini değiştirmek istemeyenleri, hemen öldürdüler. Ellerinden kaçabilen Yahudiler, Türkiye’ye sığındılar. Bugün Türkiye’de bulunan Yahudiler, bunların torunlarıdır. Halbuki, Müslümanlar, ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hıristiyan ve Yahudilere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibadet etmelerine katiyen mani olmamıştı.

Hıristiyan İspanyollar görülmemiş bir vahşet ile Müslüman ve Yahudileri yok ettikten sonra, bu şahaser camiyi yıkmağa başladılar. Önce minarelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağmaladılar. Bunların yerine adi taştan yapılmış, güya melek şeklinde çirkin başlıklar koydular. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine adi taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmağa çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları adi kireçle badana ettiler. Yıkılan sütunlar, yüzlerceydi. Caminin içinde büyük bir mermer yığını halinde serilmiş, kalmıştı. Yirmi kapıdan çoğu taşlarla örülerek kapatıldı. Nihayet, en son bir vahşet eseri olarak, 1523 senesinde caminin içine bir kilise koymaya karar verdiler. Bunun için, o zaman, İspanya ve Almanya İmparatoru olan Beşinci Karlos’tan (1500-1556) izin istediler. Karlos (Charles Quint), bu teklifi evvela reddetti. Fakat, fanatik kardinaller onu mütemadiyen sıkıştırıyor, din uğruna bu işin muhakkak yapılması gerektiğini savunuyorlardı. Bunların başında çok büyük nüfuzu olan kardinal Alonso Maurique vardı. Bu kardinal, aynı zamanda papayı da bu iş için kandırmış ve papanın da caminin kiliseye çevrilmesini arzu ettiğini gören Charles Quin, bu işe muvafakat etmek zorunda kalmıştı. Böylece, caminin ortasına bir kilise yapılmasına karar verildi. Kilise yapmak için birçok sütun daha yıkıldı ve camide kalan sütun sayısı 812’ye düştü. Yani, en azından 400 kıymetli mermer sütun yıkıldı. Yapılan kilise, caminin ortasında haç şeklinde 52x12 m boyutunda çirkin bir bina olarak kendini gösterdi. Charles Quint, bizzat Kurtuba’ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü; “Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrib edeceğinizi bilseydim, size müsade etmez ve hepinizi cezalandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan adi bir binadan ibarettir. Halbuki, bu haşmetli caminin bir eşini yapmak mümkün değildir.” dedi. Bugün bu haşmetli binayı ziyaret edenler, harab olmasına rağmen, İslam mimarisinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayran kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin haline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hale gelmesine müteessir olmaktadırlar. Yukarıdaki yazı 1894 yılında Almanya’da Würzburg şehrinde yayınlanmış olan “Spanien= İspanya” adlı eserden alınmıştır. Bu eser Prens Salvator, Prof. Graus, Teolog Kirchberger, Baron Von Bibra, Bayan Theelfall tarafından hazırlanmıştır.

Kurtuba’daki caminin adı bugün “La Mezquita Kilisesi”dir. Bu kelime “Mescid” isminden gelmektedir. Yani, hala bu bina mescid ismini taşımakta, onu ziyaret edenler, bir kilise değil, İslam medeniyetinin büyük ve haşmetli bir eseri o

Varda Köprüsü
 

 

Adana ili Karaisalı ilçesi Hacıkırı (Kıralan) köyü'nde bulunan, yöre halkı tarafından "Koca Köprü" diye anılan Hacıkırı Demiryolu Köprüsü'ne aynı zamanda çeşitli hikâyelerle özdeşleştirilerek Vardo Köprüsü'de denilmektedir. 1912 yılında Almanlar tarafından inşa edildiği için Alman köprüsü olarak bilinmektedir. Adana'ya uzaklığı karayolu ile Karaisalı üzerinden 64 km'dir. Demir yolu ile Adana İstasyonu'na mesafesi 63 km'dir.

200 metre uzunluğunda ve 99 metre yüksekliğinde, bugün Alman Köprüsü diye bilinen "Varda Köprüsü" tarihi eser niteliği ile beraber aynı zamanda bir mühendislik harikasıdır.

 

Alman Köprüsü, Berlin-Bağdat Demiryolu tarihteki ipekyolunun yerini alacak Batı ile Doğu'nun önemli köprüsü olarak 1900'lü yılların başında Almanlar tarafından yapıldı. 1888 Yılında Osmanlı İmparatorluğu'ndan Sultan 2. Abdülhamit ile Almanya Kralı Kaizer Willheim II tarafından yapılan anlaşmayla, Bağdat demiryolu inşaatı Almanlara verildi. Alman Deustche Bank'ın ayırdığı krediyle 15 yılda tamamlanan demiryolunun en zor kısmı toroslarda ortaya çıktı.

 


1888 yılında II. Abdulhamit ile Alman İmparatoru Kaiser Willhem tarafından imzalanan sözleşmeyle Haydarpaşa'dan Bağdat-Halep-Şam'a kadar demiryolu ağı kurulması öngörüldü. Bu projeyle, Osmanlı'nın asker, eşya ve yolcu taşıması, Almanların da ihtiyaç duyduğu petrol kaynaklarına ulaşması planlandı. Haydarpaşa'dan Eskişehir, Konya, Ereğli, Pozantı, Adana güzergahını izleyen Bağdat Tren Hattı'nın en önemli ve zor geçiş noktası olan Belemedik bölgesinde, 1905 yılında Almanlar tarafından 12 kilometre uzunluğunda, 22 tünel açıldı.

Projenin yapımı süresince Belemedik tren istasyonunda o yıllarda binlerce Alman ve Türk görev yaptı. Bölgede çalışmalarını sürdüren Almanlar adeta bir kasaba oluşturdular; hastane, kilise, okul, sinema ve hatta cami inşa ettiler. Bağdat Tren Hattı'nın bu zorlu aşamasını yıllar süren çalışma sonucu başarıyla tamamlayan Almanlar, Belemedik'teki yüksek bir kesimde bulunan 3 bin 700 metrekarelik alanda mezarlık oluşturarak, buraya hayatını kaybeden vatandaşlarını defnettiler. Bu çalışmalar kapsamında keskin bir vadinin iki ucunu birbirine bağlayarak ulaşımı daha risksiz ve kolay hale getirmek için 200 metre uzunluk ve 99 metre yüksekliğiyle abidevi bir görünüme sahip (bugün Alman Köprüsü diye bilinen) Varda Köprüsü de inşa edilmiş oldu. Alman Köprüsü civarında bugün araç ulaşımı için kullanılan arka arkaya iki tünel ve bugün kullanılmayan köprü ayakları bulunur. Varda Köprüsü'nün inşasından önce geçiş için kullanılan ancak "U" şeklindeki formu nedeniyle bir trenin geçişinde yüksek risk oluşturan bu eski yol, vadinin direkt olarak geçilmesine imkan sağlayan Alman Köprüsü'nün inşaatı tamamlandıktan sonra kullanımdan kaldırılmıştır.

Kanlı geçit Höyüğü
 

 

 

 

 

Kırklareli'nin yaklaşık olarak 3 km. güneyinde, Aşağıpınar'a 300 metre mesafededir.Milattan önce 3000'li yıllarda Eski Tunç Çağı'na ait olan bu yerleşim alanı, Anadolu'da ve Yakındoğu'da M.Ö. 3. bin yıl kentleşme sürecinin ortaya çıktığı, yavaş yavaş kent devletlerinin oluştuğu bir süreci temsil etmektedir. Bu yerleşmelerdeki yapıların basit ahşap yapılar şeklinde olduğu; genellikle yerleşmelerin savunma amaçlı derin bir hendek ve bunu sınırlayan ahşap bir duvar ile çevrili olduğu anlaşılmaktadır. Taş malzeme mimaride hemen hemen hiç görülmez. Yapılan çalışmalarda, Kanlıgeçit'in Anadolu yerleşmeleri ile tam olarak benzeşen büyük bir yerleşim alanı olduğu ortaya çıkmıştır. Yerleşim, taş sur ile çevrili bir iç kale ile bunun etrafında yayılmış aşağı şehirden oluşmuştur.

Bunların haricide Kırklareli'de tarihi yerler olarak görülmeye değer;camiler,külliyeler,kaleler,Sokullu Medresesi,çeşmeler,köprüler,hamamlar,manastır ve tarihi eski evler de bulunmaktadır.

 

 
 
Elhamra Sarayı
 

 

 

Güney İspanya’daki Granada şehrindedir. Madrid’ten 443 km, Malaga’dan 121 km uzaklıkta Endülüs diye de bilinen bölgede şehrin doğu yakasındadır.

 

Dıştan bakıldığında kaba bir kule ve çatılar topluluğu. İnce bir planı ya da mimarisinde bir zarafet yok. İçerideki güzelliğe dair bir ipucu vermiyor." Amerikalı yazar Washington Irving, 1829'da Elhamra Sarayı'nı böyle tanımlamıştı. Bugün bu tezatlık o günkü kadar geçerli. Burası dıştan bakıldığında 23 kuleli bir savunma kalesiydi. İspanya'daki İslam güçleri, yeniden dirilen Hıristiyan tehdidi altındayken Faslılar tarafından yapılmıştı. İçerisi ise, bir cennet yaratma niyetiyle tasarlanmıştı.



Elhamra Sarayı, Granada'daki Nasri hanedanına askeri üs, idari merkez ve kraliyet sarayı görevi görüyordu. 13. yüzyılda hanedanın kurucusu I. Muhammed el Galib tarafından inşasına başlansa da, kraliyet daireleri 14. yüzyılın ikinci yarısında I. Yusuf ile V. Muhammed'in hükümdarlığı sırasında yapıldı. Avlular, koridorlar ve su yolları, takdire değer bir manzaralar zinciri oluşturuyor. Seramik çiniler, fırın işleri, oyma yaprak desenleri ve incelikli hattatlık örnekleri gibi gösterişli süslemeler her yeri kaplıyor. Kimisi burayı İslam süsleme sanatının Batı'daki en iyi örneği olarak nitelendirir; zarif, ince ve teknik açıdan mükemmel. Diğerleriyse, çöküşün eşiğinde olan bir kültürün bütün bir mekanda hissedildiğini savunur.



Zengin görünümlü mugarnas kubbelerden garip bir güçsüzlük ve öteki dünyaya ait olma hissi yayıldığı kesin -ahşap çerçevelerden sarkan janjanlı petek şekilleri ince sütunlarla destekleniyor. Ayetler, İslam cennetindeki dört nehri tasvir ederken, yıldızlardan ve cennetlerden, kanallarda akan nehirlerden bahseder. Bu yapının mimarları da ana öğeler olarak suyu ve ışığı kullanmışlar.

Elhamra Sarayı'nın planı, dört girişli dairelerden oluşan bu bahçe ve avludan biri. Adları başlı başına bir şeyleri çağrıştırıyor: Mersin ağacı Avlusu (uzun bir havuzun etrafını sarıyor); Kız kardeşler Salonu (Yere monte edilmiş iki beyaz mermer taş) ile Aslanlar Avlusu (ortadaki 12 aslandan oluşan çeşmenin adını almıştır). Elçiler Salonu bürokratik işlerin yapılacağı bir yer olarak düşünülmüş -kraliyet huzuruna kabul ve mahkeme işleri- ancak yine de görüntü bir cenneti andırıyor. Odanın tavanı yerden 18.3 metre yükseklikte ve buradaki oymaların cenneti tasvir ettiği söyleniyor. Ancak 13. yüzyıl ortalarının Granada'sı, İspanya'daki son Fas krallığıydı. Nasri hanedanı, 250 yıl boyunca birbirinin yerine geçen 25 hükümdarla varlığını sürdürdü. Bunlar, sanat ve eğitimin kayda değer liderleri oldukları gibi, büyük Müslüman tarihçi İbni Haldun'u da medeni saraylarına çektiler. En sonunda Nasri’ler 1492'de Granada'yı terk etti. İmparator V. Charles 16. yüzyılda Elhamra'nın duvarları içinde kendi sarayını yaptırdı ancak sonradan binaların bakımı ihmal edildi ve Nasri kalesi Napolyon'un güçleri tarafından yağmalandı. 19. yüzyılda, Victor Hugo, Theophile Gautier ve 1829'da Tales of the Alhambra (Elhamra Masalları) adlı kitabı yayımlanan Washington Irving gibi ziyaretçiler mekanın büyüsüne kapıldı. Elhamra Sarayı'nın tahribatını önleme ve onu muhafaza etme çabaları biraz da bu yazarların çalışmalarının sonucuydu.

 

 
 
Halep Kalesi
 

 

 

 

 Halep Kalesi muhteşem bir yapı. Kentin düz ovasında bir tepe gibi yükseliyor. Aslında yüksekliği topu topu 50 metre, ama surların ve yapının mimarisi kaleye görkemli bir büyüklük katıyor. Tarihi İsa’dan önce 3000’lere kadar uzanan kaledeki arkeolojik buluntular, burasının bir Neo-Hitit yerleşimi olduğunu gösteriyor. Ama kalede birçok uygarlığın -daha doğrusu işgalcinin- izi var.
Dünyanın en eski kalelerinden biri olduğu belirtilen Halep Kalesi’nden başta Babilliler olmak üzere Mezapotamya devletleri, Persler, Büyük İskender, Roma, Bizans, Emevi ve Abbasiler, Moğollar ve Memluklar, Eyyubiler, Selçuklular ve Osmanlılar, son olarak da Fransız işgalciler geçmiş. Bize kaleyi gezdiren rehberin anlattıklarına göre, bu kaleyi tarihte hiçbir ordu fethedememiş, ama işgalci güçlere teslim olarak ya da saray entrikalarıyla kale tarih boyunca sürekli el değiştirmiş.

 

Elips biçimindeki Halep Kalesi’nin taban genişliği 450, eni 325 metre civarında. Tepeye doğru koni gibi daralan elipsin kale düzeyindeki ölçüleri 285x160 metreye düşüyor. Ama bu rakamlar sizi yanıltmasın, Halep Kalesi, öyle iki-üç burçtan ibaret bir mekan değil. Küçük bir kasaba ölçeğinde bir yer. İçinde evler, iki cami, hamamlar, mezarlık, hatta bir sarayı olan çok geniş bir alan. Sağolsun devrin Halep valisi ya da belediye başkanı tarihi kazı alanının üzerine 1980 yılında bir de amfitiyatro yaptırmış ve Halep Kalesi’ni tarihin içine ederek “antik bir kente” dönüştürmüş.

Halep Kalesi’nin günümüze ulaşan yapısı Eyyubiler döneminin mimari özelliklerini taşıyor. Etrafı 20 metre genişliğinde su hendekleriyle çevrili kalenin çevresinde ne yazık ki artık su yok. Buharlaşıp uçmuş. 1822 yılında meydana gelen depremde Halep şehriyle birlikte büyük yıkıma uğrayan kaleyi deprem sonrasında dönemin Halep Valisi İbrahim Paşa onartmış. 1850-51 yıllarındaysa Sultan Abdülmecid’in emriyle kale yeniden restore edilmiş. Kaledeki son restorasyonu yapanlar da 1930 yılında Fransızlar olmuş. Halep Kalesi 1986 yılından bu yana UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış durumda

PHELLOS



Felen Yayla'da bulunan Phellos'a ulaşmak için Kaş - Finike karayolunun 10. km.sindeki Ağullu'dan Çukurbağ'a doğru sapılıp yeni açılan 3 km.lik yoldan yada biraz ilerideki başka bir yoldan Pınarbaşı'na ulaşılır. Buradan yangın gözetleme kulesinin yanına kadar gitmek gerekir. Ayrıca harabeye, Kaş'tan da yürüyerek ulaşmak mümkündür. Tepede bulunan akropole, çalılıklar arasında bulunan dar bir patika yol ile ulaşılır. Akropolden aşağı bakıldığında Kaş'ın hemen üzerinde olduğumuzu görürüz. Batıya doğru baktığımızda da Akdağ'ın başı karlı manzarası bizi büyüler.

 

 

Phellos M.Ö. IV. yüzyılda oldukça önemli bir kentti. Hatta Kaş'ta bulunan Antiphellos, Phellos'un limanı idi. Daha sonra Antiphellos ormanlarında bulunan sedir ağacı sayesinde zengin ve önemli bir kent olurken Phellos da eski önemini yitirmiştir.

Sarnıçlarla su ihtiyacını karşılayan diğer Lykia şehirlerinin aksine Phellos'un suyu boldur. Tepenin doğu yamacındaki zengin su kaynağı aynı zamanda Çukurbağ'daki çeşmeyi besler. Phellos kentinden çok fazla bir kalıntı bugün toprak üzerinde görülmese de çevresindeki inanılmaz güzellikler seyredilmeye değerdir.

Kantara Kalesi

 

 

 

Girne Dağları üzerindeki üç kaleden en doğudaki, yaklaşık 700 metre yükseklikteki Kantara kalesi, Mesarya ovasını ve Karpaz yarımadasına girişi kontrol edebilecek durumdadır. 

St. Hilarion ve Buffavento kaleleri gibi Arap akınlarının sonrasında Bizanslılar tarafından inşa edildiği tahmin edilse de , yazılı kaynaklarda ilk kez Aslan Yürekli Richard’ın Kıbrıs’ı ele geçirdiği 1191 yılında kaleden söz edilmektedir.

Sahtekarlıkla kendini Kıbrıs kralı ilan eden Isaac Comnenus, Richard’ın emrine giren eski Filistin kralı Guy De Lusignan’a yenilince bu kaleye sığınır. Kaçmaya çalışırken yakalanıp, Karpaz bölgesinde esir edilir. Kalenin adı Lüzinyan ve Venedik devirlerinde duyulmaktadır. Bu devirlerde bir çok savaşa sahne olmuştur. Kale, Cenevizlilerin 1373’te Lefkoşa ve Mağusa’yı işgal etmelerine rağmen, Kral I.Peter taraftarlarının elinde kalmıştır. Kıbrıs Kralı I. Peter'in kardeşi Prens John'un, Cenevizlilerin elinde tutsak iken kaçarak kaleye sığındığı bilinir. 

 

 
Facebook beğen
 
 
 
 
 
 
Bugün 41 ziyaretçi (47 klik) kişi burdaydı!